14 Aralık 2015 Pazartesi

ÇELİK MİYDİ ÇOMAK MIYDI PEŞİNDEN KOŞTUĞUMUZ

Daha çocukken gözümüzü yükseklere diktik biz; çelik puanları alıyoruz…


Cicili bicili oyuncaklarımızın, uzaktan kumandalı arabalarımızın olmadığı dönemlere doğru yola çıkmaya niyetliyiz. Çocukların özgür olup, yeşilliklerde oynadığı ve arkadaşlıkların güçlü olduğu o günleri şöyle bir yad edelim istiyoruz.

Bu gün yine içimizde biraz çocukluk var, kimler bizimle geliyor? Haydi bakalım çocukluğumuzun o renkli günlerine geri dönüyor ve oyun oynuyoruz. Aranızda çelik çomak oynamayan var mı? Eğer varsa, bu durum biraz üzücü. Çocuk dünyasının en eğlenceli oyunlarından biriydi çünkü çelik çomak. Neyse, bilmeyenler iyi dinlesin, şöyle bir anlatayım sonra da oyuna başlayalım.

Çelik çomak yeşil alanda oynanması gereken bir oyun. En az iki kişiyle ancak tadı çıkması için daha fazla kişiyle oynanan bir grup oyunudur. İlk iş; çelik denen kısa çubuğu bulmak.  Yaklaşık bir parmak kalınlığında, 10-20 cm uzunluğunda olan çelik, oyunun başkahramanıdır. Eh ne de olsa herkes onun peşinden koşacak az sonra. Ardından, oyuncuların çeliğe vuracak şekilde uzunluğunu ayarladıkları çomak bulunur. Böylece çelik çomak için gerekli tüm donanım hazırlanmış ve sıra çeliğin yerleştirilmesi için, toprak alanda yaklaşık 20 cm’lik ince bir çukur açılmasına gelmiştir.



İnce, uzun hendeğimizde kazıldığına göre artık eşit olarak dağılmış iki grubumuzdan hangisinin oyuna başlayacağını belirlemek için adımlaşma yöntemine başvurabiliriz demektir. Adımlaşma, hemen hemen her oyunda oyuncu seçmeye başlama ya da oyuna başlama için birinci olacak grubun belirlenmesinde en etkili yoldur. İki grubun liderleri belirli bir mesafeden birbirlerine doğru, bir ayaklarını diğer ayaklarının tam parmak ucundan bitiştirip diğer adımını atması ve bu şekilde birbirlerine yaklaşarak en son birinin ayağı diğerinin üstüne gelene kadar devam eden süreçtir. Adımlaşma esnasında iki tarafında oyuncuları bu işlemi heyecanla takip eder ve tezahürat bile yaparlar.

Nihayet, oyuna hangi grup başlıyorsa o gruptan bir oyuncunun çeliği zeminde açılın çukurun üzerine artı olacak şekilde koyması ile oyun başlar. İşte şimdi nefesler tutulur, çünkü az sonra oyuncu çomak ile çeliğe alttan vuracak ve karşı tarafın oyuncuları da çeliği yere düşmeden havada yakalamak zorunda kalacaklar. Eğer ki karşı takımın oyuncuları yere düşmeden çeliği yakalayabilirlerse atışı yapan oyuncu elenir, çeliği yakalayan takıma ise çeliği yakaladıkları noktadan çukura kadar adımlar sayılır ve çıkan adım kadar puan verilir. Puanlama sistemi genelde böyle olsa da bazen farklı usuller de kullanılır.

Çelik havada yakalandığındaki coşku en büyük kutlamalara bedeldi çocuk dünyamızda, ne büyük bir olaydı çeliği yakalamak, atışı yapan oyuncu için ise büyük bir yıkım…

Eğer ki çeliği yakalayan takım, havada iken yakalayamaz ve çelik yere düşerse bu defa, yakalayan gruptan bir kişi, çeliği alır ve çukurun üzerine bırakılmış olan çomağa vurmaya çalışır, vuramazlarsa eğer bu defa puanı çeliği atan takım alır.



Bu şekilde devam edip giden çelik çomak, grup oyuncuları içerisinde büyük bir heyecan ve coşku oynanan bir oyundur ve takımlardan birinde hiç oyuncu kalmayana kadar devam edilir. Oyun sonunda ise kazanan takım, büyük bir zafer kazanmış gibi sevinir ve kutlama yapar. Tabi bir de rakip takımı kızdırmak için toplu olarak söylenen melodik tezahüratlar, kazanan takım için en büyük zevktir. Çocuk ruhundaki neşe, çelik ve çomağı bile dile getirir nerdeyse.

Eh, bir oyun daha öğrendik. Hazır mıyız şimdi çelik çomak ile ruhumuzu şenlendirmeye.
Oyuncumuzda neşemiz de bol olsun.

Hadi o zaman, oyun başlasın…

not: " insan beyninin ürettiği hiçbir şey aslında bize ait değildir " ilkesinden yola çıkarak; yazıda geçen tüm metinleri, fotoğrafları ve videoları, sormadan ve kaynak göstermeden kullanabileceğinizi belirtmek isterim. Bilgi, ancak paylaşıldığında amaca hizmet eder...

7 Aralık 2015 Pazartesi

KEŞKE DİZİMİZDEKİ YARA EN BÜYÜK ACI'MIZ OLARAK KALSAYDI

...geçmişe bir bilet aldık, biraz çocuk olasımız var...


Çocukken büyümek için can atıp durduk ve büyüdükten sonra aslında büyümenin pek te keyifli olmadığı fark ettik. Küçük yaşlarda hep abilerimize, ablalarımıza özenerek büyümenin hayalini kurduk ya büyüyünce de hayallerimizde bile olsa çocukluğumuza kaçamak yapmanın ve masumca oynadığımız oyunların arasında gezinmenin tadını çıkarmaya çalıştık. 

Biz küçükken; hani siyah beyaz televizyonlarda Dallas dizisini tüm mahalle beraber izleyip Pamela'ya üzülüp, Ceyar'a sövdüğümüz zamanlarda, sokak aralarında (ki henüz gökdelenler dikilmemişti güzel ülkeme) dizlerimizi kanatırcasına oyunlar oynardık. Şairin 'keşke dizimizdeki yara en büyük acımız olarak kalsaydı' dediği günlerdi. Kapatın gözlerinizi hadi...

Hey gidi günler hey, diyerek başlayan cümlelerde hep çocuklar anıları yer aldı. Ne dersiniz, şimdi de hep beraber çocukluğumuza kaçamak yapıp, birlikte oyunlar oynayalım mı. Mesala 'BİRDİRBİR' e koşalım bugün, hatırlayalım mı hep beraber...

Hadi toplanın bakalım, birlikte birdirbir oynayacağız. Adı çarpım tablosu gibi olsa da, birazcık tehlikeyi beraberinde getirse de, oynarken aldığımız zevkin yanında bu korku devede kulak kalırdı. Bir kişi, elini dizlerinin üstüne koyarak eğilir, diğerleri onun sırtından destek alarak ayaklarını iki yana açar ve sıçrayarak üzerinden atlardı. Şimdi Avrupa'da 'fair-play' diye göklere çıkartılan centilmenlik duygusu taa o zamanlar iliklerimize kadar işlemişti ki, bu oyunda bile atlayacak kişilerin yaşlarına ve boylarına göre eğilen oyuncu, bazen dizlerini hafifçe kırar ve küçük yaştaki oyuncuların da bu oyundan zevk almasını sağlamaya çalışırdı. 



Oyun sırasında bazı muziplikler de olmaz değildi. Bazen ebe, şaka yapmak için tam üzerinden atlanırken doğrulur ve atlayan oyuncu dahil, herkesi yere düşürürdü. Bu her zaman komik karşılanmazdı tabi, hele ki bir de hırs varsa. Ancak kavgaların boyutu bile küçücüktü o zamanlar, hemer sarılıp sarmalanır ve oyun son hızıyla devam ederdi. Çocuk hayallerimizin renkli dünyası oyuna her an yansırdı. Herkes sıra ile birbirinin üzerinden atlayarak, tüm mahalle sokak araları böyle geçilirdi. Biz buna 'BİRDİRBİR KONVOYU' derdik kısaca...

Oyun bu şekilde saatlerce sürerdi belki ancak hiç yorulmak bilmezdik, ne de güzel geçerdi zaman. Dakika ve saatlerin sayılmadığı, zaman hesabının yapılmadığı yıllardı o zamanlar. Ta ki, annemiz çağırıp ta eve gitme anımız gelene kadar bıkmadan oynar dururduk. Kimse hevesini alamazdı ki söylene söylene anne azarları eşliğinde dağılırdık evlerimize ve yarın için tekrar sözleşerek...



Birdirbir demişken, o meşhur tekerlemesini de yazmadan geçmeyelim,

Birdir bir,
İkidir iki, bizim ebe tilki,
Üçtür üç, ebelik pek güç,
Dörttür dört, kuş gibi öt,
Beştir beş, aldım bir eş,
Altıdır altı, yaptım kahvaltı,
Yedim yedi, elim sırtına değdi,
Sekizim seksek, dokuzum durak,
Yarın tekrar oynayak...

not: " İnsan beyninin ürettiği hiçbir şey aslında bize ait değildir " ilkesinden yola çıkarak; yazıda geçen tüm metinleri, fotoğrafları ve videoları, sormadan ve kaynak göstermeden kullanabileceğinizi belirtmek isterim. Bilgi, ancak paylaşıldığında amaca hizmet eder... "

28 Kasım 2015 Cumartesi

İSTOP OYUNU VE İPHONE 6+


...oyun ebesi istop diye bağırınca yaşadığımız adrenalini 

iphone 6+'tan almak mümkün mü...



Yazının başlığındaki 'istop' ve 'iphone' terazisi kimseyi yanılgıya düşürmesin. Elbette böyle bir karşılaştırma yapacak durumda ve çağda değiliz. İçinde bulunduğumuz koşullar teknolojik gereksinimleri zorunlu hale getirdiğinden beri, dünya üzerinde yaşayan hiç kimsenin bu değişime direnecek gücü kalmadı. Artık mahalle aralarında değil, apartman katlarında büyüyoruz. Yo yo, komşuluk ilişkileri falan değinilecek konular değil. Binlerce paragraf yazıldı çizildi, yüksek binaların donduran soğukluktaki sosyal yaşam kültürleri hakkında. Biz, bu sayfada hamallık yapacağız. Zihnimizin derinliklerinde kalan hatıralarımızı sırtımızda taşıyıp günümüze ulaştırmaya çalışacağız. Hayırlısı...

Hangilerimiz yetişti bilemiyorum, gözlerimizi kapatıp geçmişe doğru bir yolculuk yapıldığında kimlerin aklına mahalle aralarında çocuksu mutluluklarla dolu dolu yaşanılan anılar gelir. Oynarken heyecandan öldüğümüzü sandığımız kaçamaklarımız vardı bizim. Galatasaray-Fenerbahçe derbisinde yaşanılan rekabete rahmet okutacak oyunlarımız vardı. Her şey bittikten sonra kol kola dolaşacağımızı bildiğimiz halde, mücadele sırasında hırsımızdan kıpkırmızı kesildiğimiz belki kalp kırdığımız oyunlarımız...

Mesela 'İSTOP' diye bir oyunumuz vardı, hatırlayan çıkar mı? En az üçü kişi bir araya gelip (ki bu sayı fazla olursa tadından yenmezdi) ortaya bir ebe seçer, eline bir plastik top verirdik. Tabi ki ilk ebe, topun sahibi olmazdı her zaman. Etrafında bir daire olurduk. Ebe topu havaya atar ve birimizin adını bağırırdı. Topun elden çıkışı ile ismin söylenmesi arasında geçen 2-3 saniyelik zaman, bize yıl kadar uzun gelirdi. Hayır hayır, bitmedi. Asıl heyecan bundan sonra başlardı. Havaya atılan topu yakalamaya çalışan yeni ebe adayımız, 'İSTOP' diye bağırana kadar uzaklaşabildiğimiz kadar kaçmalıydık. Sihirli kelime söylendiğinde eski sovyetlerin Kızıl Ordu'sundaki askerler gibi kımıldamadan beklerdik. Heyecanın doruğuna ulaştğımız nokta burası olurdu, kan ter içinde gülmemeye çalışarak, ebe'nin kimi vuracağına karar vermesini beklerdik. Ebe, ilk atışta hedefi tutturduğunda geri kalanlar rahat bir nefes alırdı, ta ki yeni oyun ebesi, topu havaya atıp 'İSTOP' diye bağırana kadar.

Merak ediyorum; oyun ebesinin topu havaya atıp isim söylemesinden, adı okunanın topu tutup 'İSTOP' diye bağırmasına kadar geçen sürede yaşanılan kan basıncını, adrenalini, hangi akıllı telefon mağazasından indirilen oyun verebilir ki...

not: " İnsan beyninin ürettiği hiçbir şey aslında bize ait değildir " ilkesinden yola çıkarak; yazıda geçen tüm metinleri, fotoğrafları ve videoları, sormadan ve kaynak göstermeden kullanabileceğinizi belirtmek isterim. Bilgi, ancak paylaşıldığında amaca hizmet eder...